15 Haziran 2011 Çarşamba

yasaklı

gökyüzünde az biraz kızgınlık, düşse arşın dibinden parçaları gezegeninde kaybolmayacak kadar kırgınlık, yaşlanmış bir fahişeninki kadar bıkkınlık ve yeni doğmuş bir çocuğunki kadar yalnızlık var. insan gereğinden fazla kendine kalınca nereye baksa kendini görüyor olabilir. hani şey gibi mesela: birini çok sevdiğinde ya da çok özlediğinde nereye baksan onu görürsün ya; aynı onun gibi. aslında hayır. tam olarak aynı değil, bu biraz daha ağız bozucu bir durum.

bizimki de başka ibnelik tabii. o şehirde sevişmek karneye bağlanırken adisyona geçilmemiş acıları bile bir şekilde alman usulü öderdik biz; yaralarımızı kimse görmesin diye boyalar sürerdik üstlerine. neresinden tutsan kırgınlık. belki çok ama çok fazla kişilik bir oyunda küçücük bir repliğe muhtaçken gocunmazdık sessizliğimizden.

ah o eyersiz at! ah o sevimsiz at! ah o yaralı kadın! saçının kızılına batan güneşin üstüne koşan şu umutsuz at! giderek sana özenen, bezenen hatta utanmadan benzeyen kelimeler!

rengini güzel denk getirmiş bir gökkuşağı içinden siyahı ve beyazı araklıyorum. nasıl olur diye sorma işte araklıyorum. o siyahı, beyaza yakın tutup üstünde gitmenin çeşitlemelerini oynuyorum. sonrası...

sonrasını siktir et işte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder