14 Mayıs 2010 Cuma

...ondan sonra işte...

biliyorsun, mevsim bahar ve daha çok sevesi geliyor insanın. beklemeye tahammülü azalıyor. yine de hiç açılmamış kapıları ısrarla zorlar gibi bekliyorum seni. ben şimdi bir sürü şey söylemeye çalışacağım ama sen zaten hepsini biliyorsun. alışkanlıklarımı sürdürüp susmaya devam etmek isterdim ama uzun zaman sonra anlatacak bir sürü sen'im var.

peki. sen bilirsin.

sustum.

(yorucu iş hayatı ve kendimde olmamam nedeniyle bir süre yazmamaya çalışacağım. ama kararlarından vazgeçebilen bir adamım. bir bakmışım yarın tekrar yazmışım.)

5 Mayıs 2010 Çarşamba

adlandırılamayan

''sıradan acıları olan sıradan insanlardan biriyim,'' dedim. ''büyütülecek bir şey yok.'' bunca zaman bir gün bir kapının açılacağını düşündüm. bulunduğum odaya açılan kapıdan içeri eros girecekti ve ben ölecektim. ilk anda yarattığı çağrışımlar kadar romantik bir şey değil bu. zaten eros girdi, yaraladı ve çıktı.

''acı çekeceğimi bilsem de duygularımın yönleriyle uğraşmam,'' dedim. ''insanın kendi duygularından kaçması en büyük aciziyetidir.'' bunca zaman sustum ve sessizliğimi içselleştirdim. şimdi benden bir şeyler anlatmamı istediklerinde anlatacak hiçbir şey bulamıyorum. sıkıcı biri olduğum gerçeğinden de kaçmıyorum zaten.

''aşkın işine bak ulan!'' dedim. ''insanı kendinden uzaklaştırıyor yavaş yavaş.'' kaldırımlarına binlerce kez küfrettiğim şehir umarım bana kızgın değildir. ben ona kızgındım, hepsi geçti. zamana karşı çıkmamayı öğrendim. zamanla kavgaya girişince kazanan hep zaman oluyor.

bütün bunları kendi kendime söyledim. ''aşık mısın?'' diye sordular. ''hayır, sadece yalnızım. büyütülecek bir şey yok,'' dedim. ağır küfürler ettim, evet.

''ah ulan...''

''aşkın işine bak!''

3 Mayıs 2010 Pazartesi

06:43

ve adam yine kusursuz aklın ölümsüz günışığının karşısındaydı. ''bir zamanlar,'' dedi adam; ''inandığım şeylere daha bir tutkuyla inanırdım.'' adam eline birkaç uyku ilacı aldı. masasına dönüp ağzını açık bıraktığı içkiyle beraber yuttu ilaçları. saatine baktı. 20 dakika içinde yine mışıl mışıl uyuyacaktı. doğal bir şekilde uyumayalı çok uzun zaman oluyordu.

ağır bir şekilde pencerenin önüne yürüdü. perdeyi aralayıp güneşin yeni yeni aydınlatmaya başladığı sokakları izledi. annesinin yemek için verdiği paranın bir kısmıyla okula girmeden önce bakkala girip dondurma almış olan bir kız çocuğu gördü. az sonra çocuk hafiften tökezledi. yere düşmedi ama dondurmayı düşürdü. adam tam olarak seçemiyordu ama kızın gözlerinden birkaç damla yaş geldiğinden emindi. az sonra tam çaprazındaki binanın penceresinin önüne gerdiği iplere çamaşır asan bir kadın gördü. kadın renkli çamaşırları en uzağa beyazları ise en yakına asıyordu. kadın artık işin sonuna gelmişti ki muhtemelen evdeki erkeklerden birinin olan beyaz atleti sokağa düşürdü. hayat trajedilerle doluydu ve adamın trajedisi sadece bir seyirci olmasıydı. kendini her zaman böyle uyuşuk hissetmemişti. bundan birkaç yıl önce o da herkes gibi biriydi. sonra hayat bambaşka bir yüzüyle kucakladı adamı. adam önceleri dirense de bir süre sonra kendini nehirin akışına bıraktı. adam yoruldukça nehirler de yoruldu. adam durdu ama nehirler hiç durmadı.

pencerenin önünden ayrılıp tekrar masasına geçti. defterini açtı ve tek bir cümle yazdı: ''galiba kendini değiştirmenin bir başvuru formu vardı; bense son teslim tarihini geçirmiştim.''

uykuya son 8 dakika...
.
.
.
.
.
.
tatlı rüyalar...